Ahirzaman ve DECCAL’ın 4 devresi



Bütün zorluklara rağmen Türkiye'nin geleceğinden ümitliyim...

Gittiğimiz her mahfilde Müslüman ve gayr-i Müslimler tarafından bize sorulan önemli bir soru var: Türkiye'nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bu sorunun sorulma sebepleri herkesçe malum... Devam eden terör olayları, başta Ermeni meselesi olmak üzere dış baskılar ve maalesef kendi içimizdeki hukuk devleti anlayışını içine sıgdıramayan ve milletin sahibi ve efendisi olarak hep kendisini gören malum çevreler.... Fakat ben bütün bu olumsuz şartlara rağmen geleceğimizden Allah'ın izniyle çok umutluyum. Neden sorusu için tarihe bir yolculuk yapalım isterseniz.

1. Türkiye'nin Atlattığı Maddi ve Manevi Tehlikeler

Öncelikle önemli bir hadisi Türkiye'nin geçmişi ve geleceği ile alaka kurarak özetleyelim. Hz. Peygamber, Ahirzamanda manevi değerleri yozlaştıracak zihniyeti ve o zihniyetin özellikle Türkiye'ye uyacak şekilde yapacağı tahribatları dört ana safhaya ayırıyor. Bu hadisi başka türlü yorumlamak da mümkün. Ancak bizim aldığımız derslere de Hadisçiler itiraz etmese gerek.
"Ahirzamandaki bu yıkıcı zihniyetin dört ayrı devresi olacak: Birinci devrede bir günleri 365 gün yani bir sene uzunluğunda olacak; ikinci devrede bir günleri bir ay kadar yani 30 gün uzunluğunda olacak; üçüncü devrede bir günleri bir hafta yani yedi gün uzunluğunda olacak ve nihayet son devrelerinde günleri normal gün uzunluğunda olacak." (1)

Şimdi bu hadisi nazara alarak Türkiye'nin seksen yıllık geleceğine bakalım:

1. Devre: 1920'li ve 30'lu Yıllar

İster kabul edelim ister reddedelim 1920'li ve 1930'lu yıllar, maalesef hadisin işaret ettiği birinci devreye benzemektedir. Bu dönemde 1 günde bu milletin manevi değerlerine 1 yıllık tahribat ve zarar verilmiştir.
Türk düşmanı olan Fener Patriği Gregorius tarafından Rus Çarına gönderilen mektupta, Türklerin ancak eğitim sistemine müdahale ile ve içlerinden kendi tarihlerine düşman bir nesil yetiştirmekle mağlup edilebileceğini ifade ettiğini hepimiz biliyoruz. O hâin diyor: "Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak, dinî hislerini gevşetmek icabeder. Maneviyatları sarsıldığı gün, onları zaferlere götüren kuvvetleri de kesilmiş olacaktır. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerinde bu tahribi tamamlamaktır' (2)

Bu tahribin dinden tecerrüd eden 1920'li ve 1930'lu yıllar Cumhuriyet dönemi eğitim sistemi ile nasıl yapıldığı ise, Cumhuriyetin mimarı kabul edilen Mustafa Kemal tarafından aynen şöyle ifâdelendirilmektedir. Hiç yorum yapmadan aynen naklediyoruz.

Ruşen Eşref Onaydın anlatıyor: "(Atatürk diyor): "1910'larda Abdullah Cevdet maskarasının İçtihad'ın da bir yazı okumuştum. Milletlerin maddî ve manevî varlıklarından söz ediyordu. Alman mütefekkiri Ludvvig Büchner, manevî boşlukları doldurulmamış, beslenmemiş milletlerin, hangi maddi düzeyde olursa olsun, bir gün çökeceğini anlatıyor ve ispatlıyordu. Tarihden, zaferlerden, büyük adamlardan mahrum milletler, maddî imkânları geniş olsa da, ciddî bir sallantıya dayanamazlar, çöküp giderler diyordu. Birdenbire düşündüm: "laikiz" dedik, dinle alakamızı devlet olarak kestik. "Cumhuriyetiz" dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik, kazanılmış büyük zaferleri bile bir kaç satırla geçiştirmeye kalkıştık. Latin harflerini aldık, yeni nesilleri binlerce yıllık tarih hazinesinden mahrum bıraktık" (3)

Bu sözlerin üzerine bizim söz ilave etmeye ihtiyacımız yoktur. Bu dönemde nasıl manevi değerlerimizin tahrip edildiğini görmek isteyenler, rahmetli Ahmed Kabaklı Bey’in "Temellerin Duruşması" kitabını mutlaka okumalıdırlar.

2. Devre: 1940'lı ve hatta 1950'li Yıllar

Yine hadisden anladığıma göre, bu dönemde manevi değerleri yok etmek isteyen zihniyet, bir günde bir aylık tahribat yapmıştır. Bu dönem İsmet inönü veya Şeflik dönemi diye bilinir. Siyasi haklar yasaklanmıştır. Kur'an'ın ve ezanın aslından okunması bile cezalandırılmaktadır. 1935 tarihli Vakıflar Kanunu ve bunu takip eden yıllarda, Sultanahmed Camisi de dahil bütün İslami mabedler ya yıkılmış, ya satılmış yahut da gayesi dışında kullanılmıştır. Öylesine tahribatlar yapılmış ki, Kazım Karabekir bile dayanamayıp ve bu zihniyete karşı çıkarak köşesine çekilmiştir. Başta Bediüzzaman ve talebeleri, Süleyman Hilmi Efendi ve talebeleri olmak üzere maneviyat liderlerinin çektikleri sıkıntılar bu tahribatlara misal olarak zikredilebilir. Babam bile köyde ezanı aslında okudu diye ne sıkıntıları çektiğini bizlere köylülerimiz anlatırdı. Bu konuda da ayrıntıya girmiyoruz.

3. Devre: 1950-1980 Arası Dönem

Bu dönemde tahribatçı zihniyetin gücü azalmıştır. Hadisin işaretine uygun olarak, ancak bir günde bir haftalık tahribat yapabilmişlerdir. Bunlar arasında 1960 İhtilalini, 1980 darbesini, 12 Mart Muhtırasını, 163. Madde ve uygulamalarını, hâlâ devam eden başörtüsü zulmünü ve hatta 28 Şubatın çirkin yüzünü, kamuoyu bizden daha iyi tanır hale gelmiştir. Zaman öyle bir müfessirdir ki, tefsirine kimse itiraz edemez. Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerine 1959 yılında söylediği şu söz manidardır:"Kardeşlerim bugün üçüncü devreyi yaşıyoruz. Ben dördüncü devreyi göremeyeceğim."

4. Devre veya Son Devre: Yaşadığımız Dönem ve Ergenekon Kanalizasyonunun Ortaya Çıkması

Bu devrenin en önemli özelliği, yıkıcı ve tahripçi zihniyetin tamamen adileşmesi ve eski gücünü kaybetmesidir. Bu dönemde bu zihniyetin tek yapacağı iş, durumlarını muhafazaya çalışmalarıdır. Ancak millet iradesi karşısında muvaffak olamayacaklardır. Ben bu tahlilimi yıllar önce evlatlarıma anlatmış ve 28 Şubat döneminde onlara moral vermiştim. Bu zihniyetin Cumhuriyet Mitingleri adı altında hareketlere girişmeleri sırasında bazan üzüldüm. Bunun üzerine oğlum şöyle seslendi:"Durumu muhafazaya çalışıyorlar; muvaffak olamayacak ve millet onlara hadlerini bildirecek." (4)

2. Türkiye'nin Geleceğinde Neler Olabilir?
Şu soruları tekrar ediyoruz: Ergenekon çetesinin akıbeti hakkında neler düşünüyorsunuz? Başta güneydoğu ve doğu hâdiselerinin sonu ne olur? Türkiye'deki millet ve devlet arasına sokulmak istenen ayrılıklar sona erer mi? Bu soruyu soranların, maalesef ümitsizlik ve hayal kırıklığı içinde olduklarını görüyoruz.

Evvela, olan hâdiselerden dolayı üzgünüz, mahzunuz. Asırlarca İslâmın bayraktarlığını yapmış bir milletin devletinin, bu tür komplolara ma'ruz kalması, her Müslüman gibi elbette bizi de üzmektedir.
Saniyen, asla me'yûs yani ümitsiz değiliz. Zira "Rahmet-i İlâhiyye'den ümit kesilmez. Çünki, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur'an'ın hizmetinde istihdam ettiği ve O'na bayraktar ta'yin ettiği bu vatanın evlâtlarının ordusunu ve mu'azzam cemâatini, muvakkat arızalarla İnşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini devam ettirir." (5) Bu müjdelerin yeni yüzyılda gerçekleşmesini Allah'dan bekliyoruz.

Evvela şunu belirtelim ki, kimsenin, bin sene İslâmın bayraktarlığını yapan bu orduyu, muvakkat arızalarla çürütmeye ve milletin gönlündeki itimadı yıkmaya hakkı yoktur. Yüce Allah, bu milletin ordusunun kılıcını, kendi ayağına vurdurmayacaktır. Ancak Doğu hâdiselerinin Türk Ordusu ve Devleti açısından da bazı neticeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu neticeler, hoş olmayan bazı halleri doğursa da, devlet ve ordusu sarsılmayacak; belki bu muvakkat haller, devleti ve onun muazzam ordusunu, daha da güçlendirecektir.

Ordu ve devlet açısından, hâdiselerin doğuracağı netice, devletin ve ordunun kangren olmuş bazı yaralarının temizlenmesidir. Hem doğu hâdiseleri ve hem de diğer gelişmeler göstermektedir ki. Anadolu insanlarını bir arada yaşatacak ruh ve bir nevi manevî tutkal, bazı iddiaların ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki tatbikatın aksine, sadece kuru bir Türkçülük değildir.

Doğudaki din kardeşlerimiz bilmeli ve herkes de dikkat etmelidir ki, bu ruh ve manevî tutkal, Kürtçülük de değildir. Ve yine.
Türk aydınları söylemekten çekinse de, Sayın Cumhurbaşkanımız sadece tabular yıkılmalı diyerek tekrar tekrar sadece değinmekle yetinse de, Anadolu insanlarını bir arada tutacak ruh ve manevî tutkal, Atatürkçülük de değildir. Devlet, bir şahsa muhabbet ile devlete muhabbet kavramlarını birbirinden mutlaka ayırmalıdır. Bir şahsı sevmek veya sevmemek, devleti ve onun şanlı ordusunu sevmek veya sevmemek demek değildir.

Bugün bir referandum yapılsa, kahramanlıklarını takdir etse bile, Anadolu insanının fertlerini birbirine bağlayan din tutkalını gevşettiğinden dolayı, bazı şahısları sevenlerin nisbeti, tahminlerin çok altında olacaktır. Ancak Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Ordusunu sevenlerin sayısı da, beklenenin çok üstünde olacaktır, işte doğu ve güneydoğudaki hâdiseler, devleti ve orduyu, bir şahsın sevgisi üzerine oturtmak yanlışını düzeltecektir. Yani meseleyi daha açık ve sesli düşünelim: Devletin ve şanlı Türk ordusunun yetkilileri, devletin bekasını mı tercih edeceklerdir yoksa bir millete zorla da olsa belli bir şahsı sevdirmeyi mi? Bazı ilke ve inkılâplar uğruna, eğer devletin bekası feda edilirse, zaman, şu andaki yetkilileri hiç bir şekilde affetmeyecektir.

Peki, sizin kanaat ve tespitleriniz nelerdir? Derseniz, bu sorunun cevabı da şöyle olacaktır:

Bu kahraman millet ve onun şanlı ordusu, ebede kadar ve özellikle de yeni yüzyılda islâm'ın bayraktarı olmaya devam edecektir. Bu orduyu yıpratıp Türkiye Cumhuriyetini yıkmak isteyen Avrupalılar da, Amerika da, kendinden menkul islâm Cumhuriyeti adını takınan ve ama eski Sasani emellerini gerçekleştirmeye çalışanlar da, perişan olacaklardır. Burada Bedîüzzaman'a ait iki müjdeli tespiti nakletmek istiyorum:

Maalesef, Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu insanını bir arada tutan ruh ve manevî tutkal olan islâmiyet'e karşı, dinsizlik olarak yorumlanan laiklik silahıyla savaş açılmıştır. Türk milleti, bütün ruhuyla desteklediği Kuvây-ı Milliye ruhunun arkasına saklanan ve ancak içinden imanını kemiren belli güçlerin oyununu fark etmemiştir. Müslüman Anadolu halkının kazandığı zaferlerin bir iki şahsa mal edilmesine ve hatta bu hususda yalan tarih yazılmasına da, millet ve devlet bütünlüğü uğruna, ses çıkartmamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki liderlerin, millet ve devlet uğruna seyyielerini görmek istememiş ve onları başına komasını bilmiştir. Bu sırada, manevî açıdan yapılan dehşetli tahribat göz ardı edilmiştir. Ancak başta Bediüzzaman olmak üzere, manevîyât büyüklerinin ekseriyeti, bu kahraman ve mücâhid Türk Ordusunun ve bu arada dindar milletin, ruhlarındaki iman nuru ve Kur'an ışığıyla hakikat-ı hali göreceğini ve Cumhuriyetin ilk yıllarında milletin maneviyâtını tahrip edenlerin çok dehşetli tahribatını, bizzat kahraman ordunun ve dindar milletin tamire çalışacağını, Peygamberimizin âhirzaman ile ilgili hadislerinden anlamışlar ve izah etmişlerdir. İşte bu müjdeli pasajlar:

"Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlûbiyeti hengâmında, böyle istidrâclı ve şanlı ve tâli'li ve muvaffakiyetli ve kurnaz bir kumandanı bulunduğundan, gizli ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak, kahramanlık damarıyla onu alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister. Fakat kahraman ve mücâhid ordunun ve dindar milletin ruhundaki iman nuru ve Kur'an ışığıyla hakikat-ı hâli göreceği ve kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılır." (6)

"Garibdir. hem çok garibdir. Yedi yüz sene müddetinde İslâmiyet'in ve Kur'an'ın elinde şeref-şi'âr, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk Milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyet'in bir kısım şe'âirine karşı kullanmaya çalışır. Fakat muvaffak olamaz, geri çekilir. "Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor" diye hadis rivayetlerinden anlaşılıyor." (7)

Bana 2002 yılı öncesi soruluyordu: Türkiye Avrupa'dan nasıl görünüyor? Benim de cevabım kısaydı: Görünmüyor ki... Ama şu anda Avrupa Türkiye'yi dünyanın süper güçleri arasında görmeye başladı. Bir yıl önce Almanya'daki futbol başarımızın arkasından bir Hollanda kanalı belgesel yayınladı. Programcı, Güney Afrika'da 3000 kişi, Bengaldeş'te 30000 kişi ve Fas'da 20000 kişi neden Türkiye lehine tezahürat yapıyor ve ekliyordu: Bu Türkiye'nin gücüne erişilmez.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Copyright © 2023 SaidNur.net | Gizlilik | Tüm Hakları Saklıdır.