Otuzuncu Söz
Tecelli-i Ehadiyet
Zât-ı Ehad'i Mülahaza
Şimdi hayatının sırr-ı hakikatı şudur ki: Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir.
Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir
câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Samed'e âyineliktir.
Sözler - 129
Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm
öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnız icmalen işaret edilecektir.
Kelimelerden maksad: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır.
Şöyle ki:
Cenab-ı Hakk'ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve Onun
hesabına bakmak lâzımdır.
Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.
Evet her şeyin iki ciheti vardır.
Bir ciheti Hakk'a bakar.
Diğer ciheti de halka bakar.
Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf
bir cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde
gibi olmalıdır.
Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni',
esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.
Mesnevi-i Nuriye – 51
Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı;
hakikatın ilmine, şeriatın hakikatına, Kur'anın hikmetine dair olan yirmialtı
aded Sözler'de geçmiştir. Yalnız şurada bir iki noktaya kısa bir işaret
edeceğiz. Şöyle ki:
Evet şu tarîk daha kısadır. Çünki dört hatvedir.
Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal'e verir.
Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat maşuk-u
mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikî'ye gider.
Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünki nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane
davaları bulunmaz. Çünki acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki,
haddinden fazla geçsin.
Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünki kâinatı ehl-i
vahdetü'l-vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i'dama mahkûm zannedip
"Lâ mevcude illâ Hu" hükmetmeye veyahut
ehl-i vahdetü'ş-şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak
hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip "Lâ meşhude illâ Hu" demeye
mecbur olmuyor.
Belki i'damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur'an afvettiğinden, o da
sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı
Zülcelal hesabına istihdam edip esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık
vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak
gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenab-ı Hakk'a bir yol
bulmaktır.
Elhasıl:
Mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mana-yı ismiyle
bakmamaktır.
Mektubat – 460
Kâinat nazar-ı Kur'anî ile, bütün mevcudatı huruftur, mana-yı harfiyle
başkasının manasını ifade ediyorlar.
Barla – 348
ﻟَﻪُ ﺍﻟْﻤُﻠْﻚُ ﻭَﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ile işaret
edilen hadd ü hesaba gelmeyen tevhid sikkeleridir.
Evet her şeyin yüzünde, cüz'î olsun küllî olsun, zerrattan tâ seyyarata
kadar öyle bir sikke var ki, âyinede güneşin cilvesi güneşi gösterdiği gibi, öyle
de o sikke âyinesi dahi, Şems-i Ezel ve Ebed'e işaret ederek, vahdetine şehadet
eder.
Şualar – 32
Hem güzel şeylere muhabbetin, madem Sâni'leri hesabınadır.
"Ne güzel yapılmışlar" tarzındadır.
O muhabbetin bir leziz tefekkür olduğu halde, hüsün-perest, cemal-perest
zevkinin nazarını daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemal
mertebelerinin definelerine yol açar, baktırır.
Çünki o güzel âsârdan ef'al-i İlahiyenin güzelliğine intikal ettirir.
Ondan esmanın güzelliğine, ondan sıfâtın güzelliğine, ondan Zât-ı
Zülcelal'in cemal-i bîmisaline karşı kalbe yol açar.
İşte bu muhabbet bu surette olsa, hem lezzetlidir, hem ibadettir ve hem
tefekkürdür.
Sözler – 645
âyinede güneşin cilvesi güneşi gösterdiği gibi,
Şualar – 32
Teveccühünde tecezzi ve inkısam olmaz.
Mektubat – 247
Çünki o güzel âsârdan ef'al-i İlahiyenin güzelliğine intikal ettirir.
Ondan esmanın güzelliğine, ondan sıfâtın güzelliğine, ondan Zât-ı
Zülcelal'in cemal-i bîmisaline karşı kalbe yol açar.
Sözler – 645
Nasılki yüzer hüner ve san'at ve kemal ve cemalleri bulunan bir zât;
herbir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san'at kendini takdir
ettirmek ve herbir kemal kendini izhar etmek ve herbir cemal kendini göstermek
istemesi kaidesince o zât dahi bütün hünerlerini ve san'atlarını ve kemalâtını
ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir hârika
sarayı yapmış.
Her kim o mu'cizeli sarayı temaşa etse, birden ustasının ve sahibinin
hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi
inanır, tasdik eder ve der ki:
"Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle
güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklidsiz muhterii olamaz.
Belki onun manevî hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş
gibidir." hükmeder.
Aynen öyle de, bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin
hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek
ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle
süslenmiş.
Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan
iktibas edip taklid edilsin.
Elbette ve her halde bunun ustası kendi zâtında ve esmasında kendine
lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları
ifade etmek için bir kitab gibi yazılmış.
Şualar – 78
(“Ene"nin ifade ettiği ise;)
Ve keza firavunluğa delalet eden "Ene"den, Sâni'-i Zülcelal'e
raci' olan "Hüve" tebarüz etti.
Mesnevi-i Nuriye - 118
Evet nasılki güneş, ziyasıyla umum zemini ışıklandırıp vâhidiyete bir
misal olduğu gibi, âyine gibi mukabilindeki her şeffaf şeyde timsali ve aksi ve
yedi renkli ziyasıyla ve zâtının suretiyle bulunup ehadiyete dahi bir misal
teşkil eder.
Eğer güneşin ilmi ve kudreti ve ihtiyarı olsa idi ve cam parçalarının ve
içinde güneşçikler görünen katrelerin ve kabarcıkların kabiliyetleri bulunsa
idi; irade-i İlahiyenin kanunuyla herbirisinde ve yanında timsaliyle ve sıfatlarıyla
tam bir güneş bulunup, sair yerlerde bulunması onun tasarrufatına hiç noksan
vermeyerek kudret-i Rabbaniyenin emriyle, tesiriyle, hükmüyle pek büyük
zuhurata sebeb olarak, ehadiyetteki fevkalâde kolaylık ve suhuleti gösterir.
Aynen öyle de; Sâni'-i Zülcelal, vâhidiyet itibariyle bütün eşyayı ihata
eden ilim ve iradesi ve kudretiyle bakar ve hazır ve nâzır olduğu gibi, ehadiyet
cihetiyle ve tecellisiyle herşeyin, hususan zîhayatın yanında isimleri ve
sıfatlarıyla bulunur ki; kolayca, bir anda sineği kartal sisteminde, bir insanı
küçük bir kâinat sisteminde icad eder.
Şualar – 661
(Tecelliyatta güneşin ZÂTINI unutmamak lâzım. Bunun için;)
Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlukatta tezahür eden
vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet
cilvesini gösteriyor.
Yani, meselâ: Nasılki Güneş, ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor.
Mecmu-u ziyasındaki Güneşin zâtını mülahaza etmek için gayet geniş bir
tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan; Güneşin zâtını unutturmamak
için, herbir parlak şeyde Güneşin zâtını aksi vasıtasıyla gösteriyor ve her
parlak şey, kendi kabiliyetince Güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber ziyası, harareti
gibi hâssalarını gösteriyor ve her parlak şey Güneşi bütün sıfâtıyla
kabiliyetine göre gösterdiği gibi; Güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvan-ı
seb'a gibi keyfiyatlarının her birisi dahi, umum mukabilindeki şeyleri ihata
ediyor. Öyle de:
ﻭَ ﻟِﻠّٰﻪِ
ﺍﻟْﻤَﺜَﻞُ ﺍﻟْﺎَﻋْﻠٰﻰ
-temsilde hata olmasın- ehadiyet ve samediyet-i İlahiye, herbir şeyde,
hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmasıyla bir
cilvesi olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudat ile alâkadar
herbir ismi bütün mevcudatı ihata ediyor.
İşte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve Kalbler Zât-ı Akdes'i unutmamak
için, daima vâhidiyetteki Sikke-i Ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç
mühim ukdesini irae eden "Bismillahirrahmanirrahîm"dir.
Sözler – 9
herbirisinde ve yanında timsaliyle ve sıfatlarıyla tam bir güneş bulunup,
Şualar – 661
(Evvelâ; mahiyetimize ve mevcudatın mahiyetine âyine nazarıyla bakmalıyız
ki tecelli edeni seyredebilelim;)
Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla
yetişilmez.
Çünki Cenab-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır.
Biz ise, ondan nihayetsiz uzağız.
Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur.
Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve
nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar.
İkinci suret: Bu'diyetimiz noktasında kat'-ı meratib edip bir derece
kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü sülûk-ü velayet ona göre ve seyr-i
enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor.
İşte birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil; incizabdır, cezb-i
Rahmanîdir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve
çok hâlistir ve gölgesizdir.
Diğeri; kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de;
kıymetçe kurbiyetçe evvelkisine yetişemez.
Sözler – 492
Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece
şuhudî olan hakikat-i insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve
*mahiyet-i nefsiyesini mütalaa ile, imanın şübhesiz ve vesvesesiz mertebesine
çıkmaktır ki;
sırr-ı akrebiyete ve veraset-i nübüvvete bakar.
Emirdağ-1 – 145
Ene,
künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın
tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir
tılsım-ı hayretfezadır.
O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır
ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar.
Şu mes'eleye dair "Şemme" isminde bir risale-i arabiyemde şöyle
bahsetmişiz ki:
Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır.
Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır.
Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana "ene" namında öyle bir miftah
vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş
ki; Hallak-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder.
Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir
tılsımdır.
Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı
gibi, kâinat dahi açılır. Şöyle ki:
Sâni'-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve
şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve numuneleri câmi'
bir ene vermiştir.
Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı
uluhiyet bilinsin.
Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil.
Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i
kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.
Sözler – 535
Meselâ: Güneş bize yakındır; çünki ziyası, harareti ve misali âyinemizde
ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız.
Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki
misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıta ile onu tanısak; ziyası
harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda
onu tanıyıp münasebetdar oluruz.
Eğer biz bu'diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak
istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki; kavanin-i
fenniye ile fikren semavata çıkıp semadaki güneşi tasavvur ederek, sonra
mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvan-ı seb'ayı uzun uzadıya
tedkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi âyinesinde az bir
tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i maneviyeyi ancak elde edebiliriz.
İşte şu temsil gibi, nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velayet, sırr-ı
akrebiyetin inkişafına bakar.
Velayet-i saire ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider. Bir çok
meratibde seyr ü sülûke mecbur olur.
Mektubat – 51
Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek
binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene'de münderiçtir.
Demek ene,
âyine-misal ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası
kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın
ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve
şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir
Sözler – 537
İşte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdes'i unutmamak
için, daima vâhidiyetteki Sikke-i Ehadiyeti nazara veriyor..
Sözler – 9
Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellisi, hitab-ı ﺍِﻳَّﺎﻙَ
ﻧَﻌْﺒُﺪُ demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir
dağılıyor.
Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülahaza edip ﺍِﻳَّﺎﻙَ
ﻧَﻌْﺒُﺪُ ﻭَ ﺍِﻳَّﺎﻙَ ﻧَﺴْﺘَﻌِﻴﻦُ demeğe
küre-i arz vüs'atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor.
Ve bu sırra binaen cüz'iyatta zahir bir surette sikke-i ehadiyeti
gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehad'i
mülahaza ettirmek için hâtem-i rahmaniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti
gösteriyor; tâ külfetsiz herkes her mertebede ﺍِﻳَّﺎﻙَ
ﻧَﻌْﺒُﺪُ ﻭَ ﺍِﻳَّﺎﻙَ ﻧَﺴْﺘَﻌِﻴﻦُ deyip doğrudan doğruya Zât-ı Akdes'e
hitab ederek müteveccih olsun.
İşte Kur'an-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i
a'zamından meselâ semavat ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden en
küçük bir daireden ve en dakik bir cüz'îden bahseder; tâ ki, zahir bir surette
hâtem-i ehadiyeti göstersin.
Meselâ: Hilkat-i semavat ve arzdan bahsi içinde hilkat-i insandan ve
insanın sesinden ve sîmasındaki dekaik-ı nimet ve hikmetten bahis açar; tâ ki,
fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh mabudunu doğrudan doğruya bulsun.
Meselâ:
ﻭَﻣِﻦْ
ﺍٰﻳَﺎﺗِﻪِ ﺧَﻠْﻖُ ﺍﻟﺴَّﻤٰﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﻭَﺍﺧْﺘِﻠﺎَﻑُ ﺍَﻟْﺴِﻨَﺘِﻜُﻢْ ﻭَ ﺍَﻟْﻮَﺍﻧِﻜُﻢْ
âyeti mezkûr hakikatı mu'cizane bir surette gösteriyor.
Evet hadsiz mahlukatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri,
mütedâhil daireler gibi en büyüğünden, en küçük sikkeye kadar enva'ı ve
mertebeleri vardır.
Fakat o vahdet ne kadar olsa yine kesret içinde bir vahdettir. Hakikî
hitabı tam temin edemiyor.
Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır.
Tâ ki, kesreti hatıra getirmesin.
Doğrudan doğruya Zât-ı Akdes'e karşı kalbe yol açsın.
Hem sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celbetmek için o
sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve
gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemal ve gayet kuvvetli bir
hakikat olan rahmet sikkesini ve rahîmiyet hâtemini koymuştur.
Evet o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celbeder, kendine
çeker ve ehadiyet sikkesine îsal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi mülahaza ettirir ve ondan ﺍِﻳَّﺎﻙَ
ﻧَﻌْﺒُﺪُ ﻭَ ﺍِﻳَّﺎﻙَ ﻧَﺴْﺘَﻌِﻴﻦُ deki hakikî hitaba mazhar eder.
Sözler - 12
İnsan, ism-i Rahman'ı tamamıyla gösterir bir surettedir.
Evet sâbıkan beyan ettiğimiz gibi, kâinatın sîmasında binbir ismin
şuâlarından tezahür eden ism-i Rahman göründüğü gibi, zemin yüzünün sîmasında
rububiyet-i mutlaka-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahman
gösterildiği gibi, insanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin sîması
ve kâinatın sîması gibi yine o ism-i Rahman'ın cilve-i etemmini gösterir
demektir.
Hem işarettir ki: Zât-ı Rahmanurrahîm'in delilleri ve âyineleri olan
zîhayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zât-ı Vâcibü'l-Vücud'a delaletleri
kat'î ve vâzıh ve zahirdir ki, Güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir
âyine parlaklığına ve delaletinin vuzuhuna işareten "O âyine
güneştir." denildiği vakit,
"İnsanda suret-i Rahman var"
vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir.
Sözler – 14
Şimdi hayatının sırr-ı hakikatı şudur ki:
Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir.
Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir
câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Samed'e âyineliktir.
Şimdi hayatının saadet içindeki kemali ise:
Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî'nin envârını hissedip
sevmektir.
Zîşuur olarak ona şevk göstermektir.
Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir.
Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir.
İşte bu sırdandır ki, seni a'lâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadîs-i kudsînin
meal-i şerifi olan:
ﻣَﻦْ
ﻧَﻪ ﮔُﻨْﺠَﻢْ ﺩَﺭْ ﺳَﻤٰﻮَﺍﺕ ﻭ ﺯَﻣِﻴﻦْ ٭ ﺍَﺯْ ﻋَﺠَﺐْ ﮔُﻨْﺠَﻢْ ﺑَﻘَﻠْﺐِ ﻣُﺆْﻣِﻨِﻴﻦْ
denilmiştir.
Sözler - 129
***
(Peygamber Efendimiz'in (A.S.M.), tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete câmi âyinedarlığı;)
İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün
kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda
gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zâtıyla ve esma-i hüsnanın
a'zamî mertebede, nev'-i insanın manen en a'zam bir ferdine, tecelli-i a'zam
tezahür eder ki; bu tezahür ve tecelli, Mi'rac-ı Ahmedî (A.S.M.) sırrıdır ki; onun
velayeti, risaletine mebde' olur.
Velayet ki; zıllden geçer, ikinci temsilin birinci adamına benzer.
Sözler – 562
İsm-i Rahman'ın cilvesi olan rahmet-i vasia, o Rahmeten lil-âlemîn ile
tezahür eder.
Ve İsm-i Vedud'un cilvesi olan tahabbüb-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabbanî, o
Habib-i Rabbü'l-Âlemîn ile netice verir, mukabele görür.
Ve İsm-i Cemil'in bir cilvesi olan bütün cemaller; yani cemal-i zât,
cemal-i esma, cemal-i san'at, cemal-i masnuat dahi,
o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir.
Lemalar – 317
İşte rahmet seni ey insan! O Müstağni-i Alel-ıtlak'ın ve Sultan-ı Sermedî'nin
huzuruna çıkarır ve ona dost yapar ve ona muhatab eder ve sevgili bir abd
vaziyetini verir.
Fakat nasıl sen Güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın; hiçbir cihetle
yanaşamıyorsun.
Fakat Güneşin ziyası Güneşin aksini, cilvesini senin âyinen vasıtasıyla
senin eline verir.
Öyle de: O Zât-ı Akdes'e ve o Şems-i Ezel ve Ebed'e biz çendan nihayetsiz
uzağız, yanaşamayız.
Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor.
İşte ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazine-i nur buluyor.
O hazineyi bulmasının çaresi:
Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir
lisanı ve dellâlı olan ve Rahmeten-lil-Âlemîn unvanıyla Kur'anda tesmiye edilen
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sünnetidir ve tebaiyetidir.
Sözler – 14
اَللّٰهُمَّ
صَلِّ عَلٰى جَامِعِ مَكَارِمِ الْاَخْلَاقِ وَ مَظْهَرِ سِرِّ ـ﴿وَ اِنَّكَ لَعَلٰى
خُلُقٍ عَظ۪يمٍـ﴾ اَلَّذ۪ى قَالَ : مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّت۪ى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّت۪ى
فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَه۪يدٍ ٭ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ى هَدٰينَا لِهٰذَا وَ مَا
كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْ لَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَائَتْ رُسُلُ رَبِّنَا
بِالْحَقِّ
سُبْحَانَكَ
لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
Lemalar – 61
***
Nurlu ve kudsî mektublarınız yekdiğerini takib ettikçe, hakikaten tahkikî
imanın kemale doğru seyran ettiği görülüyor.
Bu âciz kardeşiniz şübhesiz bir surette iman ettim ki:
Şeriat-ı Garra-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hakaikına, ruhuna
nüfuz etmenin en kısa, en hatarsız, en zevkli tarîkı, Risaletü'n-Nur'a
intisabladır.
Evet bahtiyar odur ve ona derler ki: Risaletü'n-Nur'a intisab etmiş bütün
mü'minleri kendisine tam hakikî kardeş bilip bu zulmetli asırda iman-ı tahkikî
nuruyla Cadde-i Kübra-yı Ahmediyeyi (A.S.M.) buluyor.
Nihayetsiz şekillere, karışıklıklara rağmen Bismillah ile açılan
Risaletü'n-Nur kapısından girince, tıfl iken "Ümmetî" diyen Şefîini
ciddî sevmek, yani Sünnet-i Seniyesine ittiba' eylemenin muaccel mükâfatı
olarak buluyor.
Her emri işlerken, bu emri canib-i Hak'tan bu ümmete getireni; her nehyi
yapmamağa cebrederken, bu nehyi taraf-ı İlahîden bu ümmete getireni düşüne
düşüne, derslerde geçtiği gibi, bütün ömür dakikaları ibadet olabilir.
Ve o Habib-i Huda, o Şefî-i Rûz-i Ceza'yı her işinde numune etmek
azminden mütevellid muhabbet, o Habib'in bulunduğu âleme göçmeyi sevdirecek
hale getiriyor ve böylece مُوتُوا قَبْلَ
اَنْ تَمُوتُوا sırrı tezahür ediyor.
Tezekkür-ü mevt veya rabıta-i mevt,
تَفَكُّرُ
سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ
Elhasıl:
Ne arasak, hep Risaletü'n-Nur'da güneş gibi görünüyor.
Risaletü'n-Nur şakirdleri dikkat etseler, daha bu fâni âlemde iken
Livaü'l-Hamd-i Ahmedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) altında bulunduklarını inayet-i
Hak ile anlarlar.
Âcizane fehmedebildiğim şu anda kalbime gelen hakikatlara istinaden
diyeceğim ki:
Bu dalalet ve bid'aların ve dinsizliğin taun ve vebadan daha ziyade ve
daha şiddetli sâri illetlerine karşı Risaletü'n-Nur'un getirdiği ve talim ve
tefhim ettiği çok hakikatlardan Sünnet-i Ahmediyeye (A.S.M.) temessük dersini en
hakikî olarak alan, Risaletü'n-Nur şakirdleridir.
Onlar bu temessük ve intisablarının, iki kerre iki dört eder
kat'iyyetinde mazhar oldukları inayet-i Rabbaniye şehadetiyle, muaccel
mükâfatlarını görüyorlar.
Yani burada sünneti ile dalalet ve bid'at ve dinsizlik ateşlerinden
kurtaran, mensub olduğumuz şeriatın mübelliği; burada halas ve mukavemetle,
âhir hayatımızda iman ile, haşr-i ekberde şefaatıyla inşâallah ebedî
sevindirecektir diyorlar, diyebiliyorlar.
اَلْحَمْدُ
لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ى
Madem ki böyle olmuştur; o halde şübhesiz Risaletü'n-Nur'un intişarındaki
maksad, şu zamanın insanlarına tahkikî imanı ders vermek, mütehayyirlerini
kurtarmak, müteharrilerini takviye ve tarsin etmek, zındıka ve ehl-i ilhadı
iskât ve ilzam etmektir.
Amma fitne ateşleri âfet halini alan bu zamanda, cam ile elmasın beraber
satıldığı bir çarşıda bu mübarek Nurları, yani şânında
اِنَّا
نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
buyurulan Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın hakikî tefsirleri olan
Risaletü'n-Nur'un hakaretten sıyaneti için, hem سِرًّا
تَنَوَّرَتْ sırr-ı tenvirini Rahîm ve Kerim Rabbimiz
irade ve takdir buyurmuş.
Risale-i Nur şakirdlerinden
Hulusi
Sikke-i Tasdik-i Gaybi - 181