Hayatın Başına Gelen HERŞEY Hasendir
Eğer desen: "Birinci Mebhas'ta isbat ettin ki: Kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dâr-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor."
Elcevab:
Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud, hayr-ı mahz; adem, şerr-i mahz olduğuna; bütün mehasin ve kemalâtın vücuda rücuu ve bütün maasi ve mesaib ve nekaisin esası adem olduğu, delildir. Madem adem şerr-i mahzdır. Ademe müncer olan veya ademi işmam eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahval-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor.
Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat'ın nukuş-u esmasını güzelce gösterir.
İşte şu hakikattandır ki,
zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve beliyyat suretinde bazı hâlât ârız
olur ki; o hâlât ile hayatlarına envâr-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem
tebâud ederek hayatları tasaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atalet,
istirahat, yeknesaklık; keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hattâ en büyük bir
lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.
Elhasıl:
Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir.
Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san'atkâr ve çok
san'atlarda mahir bir zât; âsâr-ı san'atını, hem kıymetdar servetini göstermek
için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete
mukabil bir saatte murassa', musanna' yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde
işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san'atını göstermek için
keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese:
"Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni
güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun" demeğe
hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin" diyebilir mi?
İşte onun gibi Sâni'-i Zülcelal,
Fâtır-ı Bîmisal; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havâs ve letaif ile
murassa' olarak giydirdiği vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını
göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler
nev'inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet
içinde bazı şuâat-ı rahmet ve o şuâat-ı rahmet içinde latîf güzellikler vardır.
Sözler – 472
Elemler, musibetler nev'inde olan
keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı
şuâat-ı rahmet ve o şuâat-ı rahmet içinde latîf güzellikler vardır.
Sözler – 472
ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ:
Cenab-ı Hak musibetleri veriyor, belaları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi?
Elcevab:
Hâşâ! Mülk Onundur. Mülkünde
istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba: San'atkâr bir zât, bir ücret
mukabilinde seni bir model yapıp gayet san'atkârane yaptığı murassa' bir libası
sana giydiriyor, hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor,
biçiyor, kesiyor.. seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki:
"Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana, oturtup kaldırmakla
zahmet verdin"? Elbette diyemezsin. Dersen, divanelik edersin. Aynen öyle
de: Sâni'-i Zülcelal göz, kulak, lisan gibi duygularla murassa' gayet
san'atkârane bir vücudu sana giydirmiş.
Mütenevvi esmasının nakışlarını
göstermek için seni hasta eder, mübtela eder, aç eder, tok eder, susuz eder..
bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i
esmasını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor.
Sen eğer desen: "Beni ne için bu mesaibe mübtela
ediyorsun?" Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak.
Zâten sükûn ve sükûnet, atalet,
yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül;
vücuddur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla
terakki eder. Hayat cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi
eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderatını yazmasına
müteharrik bir kalem olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i
istihkak eder.
Mektubat – 44
Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek
ve cilve-i esmasını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor.
Mektubat - 45
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Mümkin unvanı altındaki eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani
keyfiyetleri, halleri değişir. Binaenaleyh mümkin olan
bir şeyin daima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atalette kalması, o şeyin
ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünki o şeyin istikbal halleri
ademde kalır, yol bulup vücuda gelemez. Adem ise büyük bir elem ve bir şerr-i
mahzdır.
Binaenaleyh faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuunatta
da bir tebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat,
teellümat, bir cihetten çirkin ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet bir
şeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasında gidenler müteessir,
gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi
eder, temizlenir. Vücud da teceddüd eder.
Mesnevi-i Nuriye – 190
Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek
için insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir. Hem hadsiz
nukuş-u esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halketmiş ki, hadsiz
cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir
makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin
elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır. Âdeta insan-ı ekber
olan âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda
dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezaiz gibi
nâfi' emirler, nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine
sevkeder. İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur.
Öyle de: Musibetlerle, hastalıklarla,
âlâm ile, sair müheyyic ve muharrik ârızalar ile o makinenin diğer çarklarını
harekete getirir, tehyic eder. Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve za'f
ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil, belki herbir âzânın
lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir.
Güya insan o ârızalar ile, ayrı ayrı
binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur. Sahife-i hayatında
veyahut Levh-i Misalî'de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye bir
ilânname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip, vazife-i
fıtratını îfa eder.
Lemalar – 13
Sabri kardeş! Sabırlı ol, ehemmiyetsiz ve zararsız olan
vehmî ve asabî hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber;
zararsız, hatarsızdır. Çünki eğer hatarat, seyyie ise; nasılki âyinede temessül
eden pislik, pis değil ve âyinedeki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali
yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin âyinelerinde rızasız, ihtiyarsız gelen pis
ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler. Çünki İlm-i Usûl'de tasavvur-u
küfür, küfür değil ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz. Hasene ise nuranî olduğundan,
tasavvur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çünki âyinede nuranînin timsali ziya
verir, hâsiyeti var; kesifin misali ölüdür, hayatsızdır, tesiri yoktur. Eğer sair teellümat-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye
alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünki emn ve ye'sin vartasına düşmemek
hikmetiyle havf ve reca muvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast
haletleri, celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça
medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.
Kastamonu – 8
ONÜÇÜNCÜ RİCA:
{(Haşiye): Latîf bir tevafuktur ki, bu Onüçüncü Rica'nın
bahsettiği medrese hâdisesi onüç sene evvel oldu.}
Bu ricada sergüzeşt-i hayatımın mühim bir levhasından
bahsedeceğimden, herhalde bir derece uzun olacak. Usanmamanızı ve gücenmemenizi
arzu ediyorum.
Harb-i Umumî'de, Rus'un esaretinden kurtulduktan sonra,
İstanbul'da iki üç sene Darü'l-Hikmet'te hizmet-i diniye beni orada durdurdu.
Sonra Kur'an-ı Hakîm'in irşadıyla ve Gavs-ı A'zam'ın himmetiyle ve ihtiyarlığın
intibahıyla İstanbul'daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaalı hayat-ı
içtimaiyeden bir nefret geldi. "Dâüssıla" tabir edilen iştiyak-ı
vatan hissi, beni vatanıma sevketti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye
Van'a gittim. Herşeyden evvel, Van'da Horhor denilen medresemin ziyaretine
gittim. Baktım ki; sair Van haneleri gibi onu da Rus istilasında Ermeniler
yakmışlardı. Van'ın meşhur kal'ası ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir. Benim
medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terkettiğim yedi sekiz
sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enis talebelerimin hayalleri
gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid diğer bir
kısmı da o musibet yüzünden manevî şehid olarak vefat etmişlerdi.
Ben ağlamaktan kendimi tutamadım ve kal'anın tâ medresenin
üstündeki iki minare yüksekliğinde medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum.
Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu
için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden
çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünki yalnız idim. Yedi sekiz sene zarfında,
gözümü açtıkça bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum. Baktım ki
benim medresemin etrafındaki şehir içi Kal'a dibi mevkii, bütün baştan aşağıya
kadar yandırılmış, tahrib edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya
iki yüz sene sonra dünyaya gelip, öyle hazîn nazarla baktım. O hanelerdeki
adamların çoğu ile dost ve ahbab idim. Kısm-ı a'zamı ALLAH rahmet etsin
muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni
mahallesinden başka Van'ın bütün müslümanlarının haneleri tahrib edilmiş
gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar
rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı.
Ben, gurbetten vatanıma döndüm; gurbetten kurtuldum
zannediyordum. "Vâ-esefâ", gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm.
Onikinci Rica'da bahsi geçen Abdurrahman gibi, ruhumla pek alâkadar yüzer
talebelerimi, dostlarımı kabirde ve o ahbabların yerlerini harabezar gördüm.
Eskiden beri hatırımda olan bir zâtın bir fıkrası vardı, tam manasını
göremiyordum.. o hazîn levha karşısında tam manasını gördüm. Fıkra budur:
ﻟَﻮْﻟﺎَ ﻣُﻔَﺎﺭَﻗَﺔُ ﺍﻟْﺎَﺣْﺒَﺎﺏِ ﻣَﺎ ﻭَﺟَﺪَﺕْ
ﻟَﻬَﺎ ﺍﻟْﻤَﻨَﺎﻳَﺎ ﺍِﻟٰٓﻰ ﺍَﺭْﻭَﺍﺣِﻨَﺎ ﺳُﺒُﻠﺎً
yani: "Eğer dostlardan
müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelsin alsın."
Demek en ziyade insanı öldüren, ahbabdan müfarakattır. Evet hiçbir şey beni o
vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur'andan, imandan meded
gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı.
Eskiden beri şâirler şiirlerinde, ahbablarıyla görüştükleri
menzillerin mürur-u zamanla harabegâhlarına ağlamışlar. Bunun en firkatli
levhasını da ben gözümle gördüm. İki yüz sene sonra gayet sevdiği dostların
mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle; hem ruhum, hem kalbim gözüme
yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde harabezara dönmüş yerlerin,
gayet ma'mur ve şenlikli ve neş'eli ve sürurlu bir surette bulunduğu zaman,
yirmi seneye yakın en tatlı bir hayatta tedris ile, kıymetdar talebelerimle
geçirdiğim hayatımın o şirin safahatı, birer birer sinema levhaları gibi
canlanıp görünerek, sonra vefat edip gider tarzında, hayali gözümün önünde epey
zaman devam etti.
O vakit ehl-i dünyanın haline çok
taaccüb ettim. Nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünki o vaziyet, dünyanın tam
fâni olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi.
Ehl-i hakikatın mütemadiyen, dünya gaddardır, mekkârdır, fenadır, aldanmayınız
demeleri ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl
cismiyle, hanesiyle alâkadardır; öyle de, kasabasıyla, memleketiyle belki
dünyasıyla alâkadar olduğunu kendim de gördüm. Çünki ben vücudum itibariyle
ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı
değil, belki vefatından dolayı on gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin
vatanımın yarı ölmesiyle yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı. Rivayet-i hadîste
vardır ki; her sabah bir melaike çağırıyor:
ﻟِﺪُﻭﺍ ﻟِﻠْﻤَﻮْﺕِ ﻭَﺍﺑْﻨُﻮﺍ ﻟِﻠْﺨَﺮَﺍﺏِ
yani "Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz,
harab olmak için binalar yapıyorsunuz." diyor. İşte bu hakikatı, kulağımla
değil gözümle işitiyordum.
Evet o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir
hayalim, o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet binler sene yaşamış o ihtiyar
kal'anın başındaki menzillerin harab olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene
zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kal'a altındaki gayet hayatdar
ve mecma-ı ahbab olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devleti'nde bütün
medreselerin vefatını gösteren cenazesinin manevî azametine işareten koca Van
kal'asının yekpare taşı, ona bir mezar taşı olmuş. Âdeta o medresedeki sekiz
sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle
beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları
benimle beraber ağlıyorlar ve onları ağlıyor gibi gördüm.
Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete
dayanamayacağım; ya ben de kabre onların yanına gitmeliyim veyahud dağda bir
mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim: Madem dünyada
böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, yandırıcı firkatler var.
Elbette mevt, hayata racihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir derdlerden
değildir. O vakit cihat-ı sitte denilen altı cihete nazar gezdirdim, karanlıklı
gördüm. O şiddet-i teessürden gelen gaflet bana dünyayı korkunç, boş, hâlî,
başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi.
Ruhum ise, düşman vaziyetini alan
hadsiz belalara karşı bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede kadar uzanan
hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri ederken ve o hadsiz
firak ve iftiraktan ve tahrib ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli
beklerken, birden Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın
ﺳَﺒَّﺢَ
ﻟِﻠّٰﻪِ ﻣَﺎ ﻓِﻰ ﺍﻟﺴَّﻤٰﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﻭَﻫُﻮَ ﺍﻟْﻌَﺰِﻳﺰُ ﺍﻟْﺤَﻜِﻴﻢُ ٭ ﻟَﻪُ ﻣُﻠْﻚُ
ﺍﻟﺴَّﻤٰﻮَﺍﺕِ ﻭَ ﺍﻟْﺎَﺭْﺽِ ﻳُﺤْﻴِﻰ ﻭَ ﻳُﻤِﻴﺖُ ﻭَ ﻫُﻮَ ﻋَﻠٰﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗَﺪِﻳﺮٌ
âyetinin hakikatı tecelli etti. O
rikkatli, firkatli, dehşetli, hüzünlü hayalden beni kurtardı, gözümü açtırdı.
Baktım ki, meyvedar ağaçların başlarındaki meyveleri
tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar; bize de dikkat et, yalnız harabezâra
bakıp durma diyorlardı. Bu âyet-i kerimenin hakikatı böyle ihtar ediyordu ki:
Van sahrasının sahifesinde misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir
suretini alan sun'î bir mektubun, Rus istilası denilen dehşetli bir sel
belasına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asıl Mâlik-i
Hakikî ve herşeyin sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezelî'ye bak ki; bu Van
sahifesinde mektubatı, kemal-i şaşaa ile eski zamanda gördüğün vaziyeti yine
devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harab, hâlî
kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikî'sinden gaflet ve insanları misafir
tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor.
Fakat o yanlışlıktan ve o yakıcı
vaziyetten bir hakikat kapısı açıldı. Ve o hakikatı tam kabul etmeye nefis
hazırlandı. Evet nasılki bir demir ateşe sokulur; tâ yumuşasın, güzel ve
menfaatdar bir şekil verilsin. Öyle de o hüzün-engiz halet ve o dehşetli vaziyet
ateş oldu, nefsimi yumuşattı. Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan, mezkûr âyetin
hakikatıyla, hakaik-i imaniyenin feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi.
Evet LİLLAHİLHAMD şu âyetin hakikatı, iman feyziyle
(Yirminci Mektub gibi risalelerde kat'î isbat ettiğimiz gibi) herkesin kuvvet-i
imaniyesi nisbetinde inkişaf eden öyle bir nokta-i istinad ruha ve kalbe verdi
ki; o vaziyetin dehşetinden yüz derece ziyade korkunç, zararlı musibetlere
karşı gelebilir bir kuvveti, İMAN-I BİLLAHTAN verdi. Ve şöyle ihtar etti ki:
Senin Hâlık'ın olan şu memleketin Mâlik-i Hakikî'sinin emrine herşey
müsahhardır, herşeyin dizgini onun elindedir, ona intisabın yeter.
Lemalar – 247
Çünki emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve
reca muvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, celal
ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.
Kastamonu – 8
Evet nasılki bir demir ateşe sokulur; tâ yumuşasın, güzel ve
menfaatdar bir şekil verilsin. Öyle de o hüzün-engiz
halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumuşattı. Kur'an-ı
Mu'cizü'l-Beyan, mezkûr âyetin hakikatıyla, hakaik-i imaniyenin feyzini tam ona
gösterdi, kabul ettirdi.
Lemalar – 250
Onun için, vücudun en parlak nuru
olan hayat, ahval-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor.
Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi
ediyor ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid
tavırlara girip, Vâhib-i Hayat'ın nukuş-u esmasını güzelce gösterir.
İşte şu hakikattandır ki,
zîhayatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve beliyyat suretinde bazı hâlât ârız
olur ki; o hâlât ile hayatlarına envâr-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem
tebâud ederek hayatları tasaffi ediyor.
Sözler – 472
Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve
fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-i ruhunu muhafaza eden ve
kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i
tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i
Nur'un dairesine sadakatla girenlerdir.
Çünki bunlar, Risale-i Nur'dan
aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i
İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i
adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile, rububiyet-i
İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek
karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri
şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler.
İşte buna binaen, değil yalnız
hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini
isteyenler, -hadsiz tecrübelerle- Risale-i Nur'un imanî ve Kur'anî derslerinde
bulabilirler ve buluyorlar.
Kastamonu – 123