Men Talebe ve Cedde Vecede
Ehl-i dalaletin zilletindendir ittifakları, ehl-i hidayetin izzetindendir ihtilafları. Yani ehl-i gaflet olan ehl-i dünya ve ehl-i dalalet, hak ve hakikata istinad etmedikleri için zaîf ve zelildirler. Tezellül için, kuvvet almaya muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçtan, başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Hattâ meslekleri dalalet ise de, yine ittifakı muhafaza ederler. Âdeta o haksızlıkta bir hakperestlik, o dalalette bir ihlas, o dinsizlikte dinsizdarane bir taassub ve o nifakta bir vifak yaparlar, muvaffak olurlar. Çünki samimî bir ihlas, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Evet ihlas ile kim ne isterse Allah verir.
{(Haşiye-1): Evet,ﻣَﻦْ
ﻃَﻠَﺐَ ﻭَ ﺟَﺪَّ ﻭَﺟَﺪَ
bir düstur-u hakikattır. Külliyeti
geniş ve genişliği mesleğimize de şâmil olabilir.}
Lemalar – 150
Çünki samimî bir ihlas, şerde dahi
olsa neticesiz kalmaz. Evet ihlas ile kim ne isterse Allah verir.
Lemalar - 150
Evet,
ﻣَﻦْ
ﻃَﻠَﺐَ ﻭَ ﺟَﺪَّ ﻭَﺟَﺪَ
bir düstur-u hakikattır. Külliyeti
geniş ve genişliği mesleğimize de şâmil olabilir.
Lemalar – 150
Hayatın yirmisekizinci hâssasında beyan edilmiştir ki: Hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor. Onların tahakkukuna işaretler ediyor. Evet madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkati hayattır. Elbette o hakikat-i âliye; bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki hayatın yirmidokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi; hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir ve taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki hayattır.
Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile techiz edilen hayat
şeceresi, zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz,
hakikatsız olmak lâzım gelecek ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ
yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli
mahluku olan insan; serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde, yirmi derece aşağı
düşüp, en bedbaht, en zelil bir bîçare olacak.
Sözler – 106
..şecere-i hayatın gayesi, neticesi
ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi; hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı
uhreviyedir ve taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki
hayattır.
Sözler – 106
Ve başta insan olarak eşya, fenaya
düşmek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahvolmak ve başta nev'-i beşer olarak
zîhayatlar i'dam edilmek için yaratılmamışlar. Belki bekaya terakki ile ve
devama tasaffi ile ve sermedî vazifeye istidadıyla girmek için halk
olunduklarını gayet kuvvetli isbat eder.
Şualar – 215
Belki şöyle bir insanın vazife-i
asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve
kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudatın
tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı
Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu'cizatını
temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.
Sözler – 325
(Cenab-ı Hak'tan neyi isteyeceğimizi bilip, O’ndan O'nu istemeliyiz.)
İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa'y-i maddî itibariyle zaîf bir hayvandır, âciz bir mahluktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufatı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki; elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanat-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tenbelliğinden birer hisse almışlardır ki; yabani emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (Ehlî keçi ve öküz, yabani keçi ve öküz gibi). Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerim'e misafir olmuş ki nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış. Ve hadsiz bedî' masnuatını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş. Ve o misafirin tenezzühüne ve temaşasına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyya etmiştir ki; o dairenin nısf-ı kutru -yani merkezden muhit hattına kadar- gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.
İşte eğer insan, enaniyetine istinad
edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı
lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider. Ona verilen
bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun aleyhinde
şehadet edeceklerdir ve davacı olacaklardır. Eğer kendini misafir bilse,
misafir olduğu Zât-ı Kerim'in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle
geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs
edip istirahat eder. Sonra, a'lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir.
Sözler – 323
(Men talebe ve cedde vecede)
Hutbe-i
Şamiye – 157
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Senin önünde çok korkunç büyük mes'eleler vardır ki, insanı
ihtiyata, ihtimama mecbur eder.
Birisi:
Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran
bir ayrılmaktır.
İkincisi:
Dehşetli korkulu ebed memleketine yolculuktur.
Üçüncüsü:
Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok,
acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır. Öyle ise, bu gaflet ü nisyan
nedir? Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü
takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin. Ne vakte kadar zâilat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı
daimeden tegafül edeceksin?
Mesnevi-i Nuriye – 214
Ne için ehl-i küfür ve dalalet dünyada ehl-i hidayete galib oluyor?
Çünki küfrün divaneliğiyle ve dalaletin
sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle ebedî elmasları satın almak için
verilen letaif ve istidadat-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk
buzlara veriyor. Elbette ham cam ve camid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için,
en a'lâ cam ve en eclâ cemed alınır.
Bir vakit elmasçı zengin bir adam divane olur, çarşıya
gider, beş paralık cam parçasına beş altun verir. O zengin divaneye, herkes en
iyi camlarını alır ona verir, hattâ çocuklar da güzel buz parçalarını ona
veriyor, birer altun alıyorlardı. Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur,
çocukların içine girer, onları vükela ve ümera-yı askeriye zanneder. şahane
emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itaat ettiklerinden güzelce bir
eğlence yapar.
İşte küfür bir divaneliktir, dalalet bir sarhoşluktur,
gaflet bir sersemliktir ki; bâki meta' yerine fâni
meta'ı alır. İşte şu sırdandır ki, ehl-i dalaletin hissiyatları
şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi herşeyi şediddir. Bir dakika meraka
değmeyen bir şeye, bir sene inad eder.
Evet küfrün divaneliğiyle, dalaletin
sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla fıtraten ebedî ve ebed müşterisi olan bir
latîfe-i insaniye sukut eder; ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek
fiyat verir. Fakat mü'minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî
var. O dahi ehl-i dalalet gibi, ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir.
Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar eder, ısrar etmez.
Barla – 272
Çünki samimî bir ihlas, şerde dahi
olsa neticesiz kalmaz. Evet ihlas ile kim ne isterse Allah verir.
Lemalar – 150
(Men talebe ve cedde vecede)
Hutbe-i
Şamiye – 157
Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telaşa düşen ve itikadını bozan bîçare insan!
Bil ki: Kıymet ve ehemmiyet,
kemmiyette ve aded çokluğunda değil. Çünki insan eğer insan olmazsa, şeytan bir
hayvana inkılab eder. İnsan, bazı firenkler ve firenk-meşrebler gibi
ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvaniyet
mertebesini alır. Sen görüyorsun ki; hayvanatın kemmiyet ve aded itibariyle
hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum enva'-ı
hayvanat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur. İşte muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler,
Cenab-ı Hakk'ın hayvanatından bir nevi habîslerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları
dünyanın imareti için halketmiştir. Mü'min ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir
vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde müstehak oldukları Cehennem'e teslim eder.
Lemalar – 120
Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati
için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi
kendine "Rab" tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir.
Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.
Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir
denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde
nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı
hodfüruştur.
Hem o şakird, menfaatperest
hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve
menfaat-i şahsiyesini, bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir
hodgâmdır.
Sözler – 132
İ'lem Eyyühel-Aziz!
Şu dünya hayatına muhabbetle mübtela
olan bazı insanlar, o hayatın vücuda gelmesinden maksad ve gaye, yalnız o
hayata hizmet ve o hayatın bekası olup, başka bir faidesi olmadığını, yani
Fâtır-ı Hakîm'in zevilhayatta ve cevher-i insaniyette vedia olarak koyduğu
bütün cihazat-ı acibe ve techizat-ı hârikanın, seriü'z-zeval olan şu hayatın
hıfzı ile bekası için verildiğini zannediyorlar.
Halbuki kaziye öyle olduğu takdirde, kâinattaki gayr-ı
mütenahî nizamların şehadetleriyle, sath-ı âlemde görünen hikmet, inayet,
intizam, adem-i abesiyete olan delil ve bürhanların, makûse olarak abesiyete,
israfa, intizamsızlığa, adem-i hikmete delil ve bürhan olmaları lâzım
gelecektir.
Arkadaş! Şu dünyevî hayatın faideleri pek çoktur. O
faidelerden, hayat sahibine -tasarruf ve hizmeti nisbetinde- bir hisse
ayrıldıktan sonra bâki kalan gayeler, semereler Fâtır-ı Hakîm'e raci'dir. Evet insan ve insanın hayatı esma-i İlahiyenin tecelliyatına
bir tarladır. Ve Cennet'te rahmet-i İlahiyenin enva'ının cilvelerine mazhardır.
Ve hayat-ı uhreviyenin hârika ve gayr-ı mütenahî semereleri için bir fidanlık
veya bir çekirdektir.
Demek insan bir sefine kaptanı gibidir. Sefinenin gayr-ı
mahdud faidelerinden, kaptanın alâka ve hizmeti nisbetinde kendisine verilir.
Bâki kalan kısmı sultana raci'dir. İnsan da, sefine-i vücuduyla alâkası
derecesinde o vücudun hayatdar semeratından hissesini alır. Mütebâkisi,
Sultan-ı Ezelî'ye aittir...
Mesnevi-i Nuriye – 103
İkinci Mes'ele:
Otuzbirinci âyetin işaretinin beyanında,
ﻳَﺴْﺘَﺤِﺒُّﻮﻥَ ﺍﻟْﺤَﻴٰﻮﺓَ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ
bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hâssası şudur ki; hayat-ı
dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam
parçasını, bâki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir
düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi
ki:
Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa sair a'zâ
vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve
hıfzı, zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede dercedilen bir
cihaz-ı insaniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip
sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmağa çalışıyor.
Hem nasılki bir cazibedar, sefihane
ve sarhoşane şaşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük
makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî
vazifelerini ta'til ederek iştirak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayat-ı
insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm
fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî latîfelerini ve kalb ve
aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine
düşürttürüyor.
Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret
derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine
ruhsat-ı şer'iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet
vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir
ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi
terkeder.
Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu
asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin
kalkmasıyla ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar
yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve
mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata
celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir
hâcat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes'ele-i diniyeye tercih ettiriyor. Bu acib
asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı
Mu'cizü'l-Beyan'ın tiryakmisal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur
dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr
şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine
girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak
lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.
Kastamonu – 104
Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve
hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde, hadsiz bir metanet ve itidal-i dem
ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir.
ﻳَﺴْﺘَﺤِﺒُّﻮﻥَ
ﺍﻟْﺤَﻴَﺎﺓَ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﺎٰﺧِﺮَﺓِ
âyetinin sırr-ı işarîsiyle, âhireti
bildikleri ve iman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve
kırılacak şişeyi bâki bir elmasa, bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve
âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti,
ileride bir batman safi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı,
bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî mü'minler dahi bazan ehl-i dalalete
tarafdar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak ehl-i
imanı ve Risale-i Nur şakirdlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin,
âmîn.
Kastamonu – 197
Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın; biz muarızlarımızı ezeriz?
Elcevab:
Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan
çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü ben başka maksaddayım; başka noktalar benim kalbimi
doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele
bakmaktır, kalbe bakmak değil!
Mektubat – 68
…başka noktalar benim kalbimi
doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış.
Mektubat – 69
Bil ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
Hudâbin isen, o kâfidir, bıraksan da
bütün eşya lehinde
Ger hodbin isen, helâkettir, ne
yaparsan bütün eşya aleyhinde.
Demek terki gerektir her iki halde
bu dünyada.
Terki demek: Huda mülkü, onun izni,
onun namıyla bakmakta.
Ticaret istiyorsan ger, şu fâni
ömrünü bâkiye tebdilde.
Eğer nefsine talib isen, çürüktür
hem temelsiz de.
Eğer âfâkı ister isen, fena damgası
üstünde.
Demek değmez ki alınsa, çürük maldır
hep bu çarşıda.
Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş
arkasında...
Sözler – 205
Çok mübarek Üstadımız Hazretleri!
Evvelâ: Geçenlerde alınan Nur eczalarının hepsi dağıldı;
Nur'un müştakları sürur içinde kaldılar. Nur'dan kısmeti olanlar, birer birer
çıkıp ona koşuyorlar. Nur arayan sineler,
ﻣَﻦْ
ﻃَﻠَﺐَ ﻭَ ﺟَﺪَّ ﻭَﺟَﺪَ
hakikatınca buluyorlar.
Tarihçe-i Hayat – 643